filmov
tv
Tara Mamedova | Bırîndarım

Показать описание
M. FATİH KUTLUBAY | HÜSRANDAĞ
(******)
İki avuç dolusu bir kâğıt peçete. İçinde Süryani Çöreği. “Yeni yaptım. Seversin.” Peçetenin arasındaki çöreğin hurmalı, tarçınlı şeker tadı sokağı bir uçtan diğer uca dolduruyor. Ağzımdaki açlık tadı daha kokuyu alır almaz dağılıyor. “Eline sağlık Elnaz Hanım. Ben, bu çörekten yedikçe büyümem.” Yeşil gözleri ipil ipil. Arkamdan el sallıyor. Ben büyümemeye bahane arıyorum yol boyu. Çörek bir çırpıda bitiyor. Bütün gün. Sabahtan akşama bu çöreğin tadında geçiyor. Durakta, yolda, otobüste, işyerinde. Kokularla aramın iyi olmasının ceremesini çekiyorum. Ben işte. Bir şeyler hatırlatan kokuları saklıyorum kafamda. Günler boyu. Bir kokuyu duyunca o kokuyu hatırlatan ne varsa canlanıyor. Yüzler, eller, olaylar geliyor o kokuyla. Ya da bir zaman. Bütün bir zaman. Yaz boyu şeftali, kış boyu portakal. Baharda yasemin. Bugün de öyle. Süryani çöreğinin tarçınlı kokusu ile aklımda Elnaz Hanım geziyor gün boyu. Elnaz Hanım ve elleri. Bir bavul. Hüsnüyusuf... Yirmi beş senenin adı var mahallede. Bir akşam sessiz sedasız taşındı yuva yapan kırlangıç gibi. Elinde bir bavul. Sıkı sıkı sarıldığı bir saksı. Şimdi oturduğu evde Raife Teyze var o zamanlar. Raife Teyze, mahalleliye tanıştırırken “Akrabamdır.” dedi. Başka bir şey söylemedi. Kimse arkasına düşmedi. Lafının arkası deşilmeyen ihtiyarlardandı Raife Teyze. Sözün ağır olan cinsinden konuşur, gerekenden lafını esirgemezdi. Zaten yan gözle bakmak şöyle dursun kimse arkalarından ters bir laf dahi etmedi. Ne densin bir damın altındaki iki kadına. İki kırık kanat bir kuş etmedi ama. Elnaz Hanım ölene kadar baktı Raife Teyze’ye... Ölüm bir eve girdi mi şeytan da türlü vesvesesiyle kol gezer. Hele ölenin arkasında bıraktığı evde tek nefes, bir kadınsa. Yalnızlık mengene olup sıkar dört duvarın ortasında. Annemden biliyorum. Babamdan sonra kırk gün eşikten içeri adım atmamıştı. Akraba akraba dolanmıştık. Raife Teyze'yi de toprağına teslim ettiğimiz gün cenaze kalabalığı dağılınca annem, bir başına kalan Elnaz Hanım’da kendi kederini görmüştü. Zaman acısını sulayıncaya kadar onu alıp misafir etmişti. Önceleri çekinir yemez içmezdi. İkinci kez bir eve sığınmanın mahcupluğuyla ile çekerdi kendini. Sonra sonra alıştı. Raife Teyze ile ahbaplığını da bilirdi annemin. O yüzden çok sürmedi alışması. O günlerden bir akşam, yemeğin başında. Hani yemekten sonra mutfak masasında arkası kesilmeyen muhabbetlerin akşamı olur ya. Çaylarımızı içip akşamı dinliyorduk. Elnaz Hanım öyle hiç sormadan. Durup dururken anlatmaya başladı hikâyesini:
“Şehre gelmeden önce köyde anam, babam ağabeyim ile yaşardık. Koca bir dağ yamacında, insana uzak Allah'a yakın bir köy. Şehirden haftada bir minibüs gelirdi. Bizimki dışında bir dünya olduğunu ancak bu otobüsten bilirdik. Bu minibüs dünya demekti belki. Bazı akşamüstleri kızlarla damın başına çıkıp düşünürdük. Dağlara bakıp, onları aşınca minibüsün gittiği dünya önümüzde serilecek sanırdık. Radyodan bildiğimiz şehirler ne yana düşer, denize nerden çıkılır diye oyunlaşırlardık işte. İşimiz neydi. Issızlığı da çok sahiplenmiştik. Köye Hüsrandağ demişti büyüklerimiz. Koca bir yamacı aşınca sanki büyük bir vadi çıkacak sanırsın hani. Böyle yeşil. Sulu. Hah bizimkiler de öyle bir olur sanmışlar uzaktan bakınca. Havasına aldanıp kalmışlar. Ama hüsran işte. Köyden geçip giden yolcular da hüsrana uğradık derlerdi. Hüsrandağ derlerdi adına ama vallahi memleketti. He toprağında bereket kalmadı. Ağacı seyreldi. Yeşili azdı. Ama mis gibi çiçeklerle cennet ettiydik Hüsrandağ'ı. Her evin eşiğinde, penceresinde, bahçesinde türlü çiçek. Bahar geldi mi yedi dağın başındaki kuş gelirdi köye. Cümbüş. Gece gündüz kuş cıvıltısı içinde yüzerdik. Çiçek yetiştirmeyen evi de ayıplardık. Kızlar, çeyizlerinde tohumu, fidesi, kurusu ile kucak dolusu çiçekle gelin olurlardı. ‘Bir tek çiçek ekmeyle karın doyurur mu?’ demeyin. Davarlarımız da vardı. O dağ başında bağ bahçe ne gezsin. Yaptığımız yağı, sütü, peyniri kasaba pazarında satardı babalarımız. Sonra gecelerden bir gece. Uğrusu eksik olmaz ya gecenin. Öyle bir gece. Bir kış gecesi. Arkası kesilmez silah sesleri ile uyandık. Bacadan kapıdan evlere değen mermiler Hüsrandağ'ı delik deşik ediyordu. Eşkıya tüm köyü gece vakti meydana topladı. Sürüsü olanları hayvanlarından vermeye zorladı. Vermeyenleri de gözümüzün önünde kurşuna boyadı. Bizimkiler de yok deyince ortalık karıştı. Babam ile anamı ağabeyimi de vurmuşlar. Ben eteğine saklanmıştım gecenin. Köy bir gecede adıyla müsemma olmuştu. Hüsrandağ, o gecenin yasını tutarken tam on gün sonra köye bir jandarma arabası geldi. Komutan, muhtarla konuştu. ‘Yarın akşama kadar köy boşaltılsın.’ dedi. Alabileceğimiz neyimiz varsa yanımıza katıp toparlandık. Ertesi akşam karşıdaki yamaçta ellerimizde birer ikişer bavul, sandık, çuval. Hüsrandağ'ın turuncu bir alev ağzında yanışını izledik. Sonrasını siz de biliyorsunuz işte. Oradan çıkan herkes kaçtı. Ben de. Şehre, babamın halakızı Raife Teyze'nin yanına getirdiler.”
ÖYKÜNÜN DEVAMI YORUMLARDA ➡➡➡➡➡➡➡
(******)
İki avuç dolusu bir kâğıt peçete. İçinde Süryani Çöreği. “Yeni yaptım. Seversin.” Peçetenin arasındaki çöreğin hurmalı, tarçınlı şeker tadı sokağı bir uçtan diğer uca dolduruyor. Ağzımdaki açlık tadı daha kokuyu alır almaz dağılıyor. “Eline sağlık Elnaz Hanım. Ben, bu çörekten yedikçe büyümem.” Yeşil gözleri ipil ipil. Arkamdan el sallıyor. Ben büyümemeye bahane arıyorum yol boyu. Çörek bir çırpıda bitiyor. Bütün gün. Sabahtan akşama bu çöreğin tadında geçiyor. Durakta, yolda, otobüste, işyerinde. Kokularla aramın iyi olmasının ceremesini çekiyorum. Ben işte. Bir şeyler hatırlatan kokuları saklıyorum kafamda. Günler boyu. Bir kokuyu duyunca o kokuyu hatırlatan ne varsa canlanıyor. Yüzler, eller, olaylar geliyor o kokuyla. Ya da bir zaman. Bütün bir zaman. Yaz boyu şeftali, kış boyu portakal. Baharda yasemin. Bugün de öyle. Süryani çöreğinin tarçınlı kokusu ile aklımda Elnaz Hanım geziyor gün boyu. Elnaz Hanım ve elleri. Bir bavul. Hüsnüyusuf... Yirmi beş senenin adı var mahallede. Bir akşam sessiz sedasız taşındı yuva yapan kırlangıç gibi. Elinde bir bavul. Sıkı sıkı sarıldığı bir saksı. Şimdi oturduğu evde Raife Teyze var o zamanlar. Raife Teyze, mahalleliye tanıştırırken “Akrabamdır.” dedi. Başka bir şey söylemedi. Kimse arkasına düşmedi. Lafının arkası deşilmeyen ihtiyarlardandı Raife Teyze. Sözün ağır olan cinsinden konuşur, gerekenden lafını esirgemezdi. Zaten yan gözle bakmak şöyle dursun kimse arkalarından ters bir laf dahi etmedi. Ne densin bir damın altındaki iki kadına. İki kırık kanat bir kuş etmedi ama. Elnaz Hanım ölene kadar baktı Raife Teyze’ye... Ölüm bir eve girdi mi şeytan da türlü vesvesesiyle kol gezer. Hele ölenin arkasında bıraktığı evde tek nefes, bir kadınsa. Yalnızlık mengene olup sıkar dört duvarın ortasında. Annemden biliyorum. Babamdan sonra kırk gün eşikten içeri adım atmamıştı. Akraba akraba dolanmıştık. Raife Teyze'yi de toprağına teslim ettiğimiz gün cenaze kalabalığı dağılınca annem, bir başına kalan Elnaz Hanım’da kendi kederini görmüştü. Zaman acısını sulayıncaya kadar onu alıp misafir etmişti. Önceleri çekinir yemez içmezdi. İkinci kez bir eve sığınmanın mahcupluğuyla ile çekerdi kendini. Sonra sonra alıştı. Raife Teyze ile ahbaplığını da bilirdi annemin. O yüzden çok sürmedi alışması. O günlerden bir akşam, yemeğin başında. Hani yemekten sonra mutfak masasında arkası kesilmeyen muhabbetlerin akşamı olur ya. Çaylarımızı içip akşamı dinliyorduk. Elnaz Hanım öyle hiç sormadan. Durup dururken anlatmaya başladı hikâyesini:
“Şehre gelmeden önce köyde anam, babam ağabeyim ile yaşardık. Koca bir dağ yamacında, insana uzak Allah'a yakın bir köy. Şehirden haftada bir minibüs gelirdi. Bizimki dışında bir dünya olduğunu ancak bu otobüsten bilirdik. Bu minibüs dünya demekti belki. Bazı akşamüstleri kızlarla damın başına çıkıp düşünürdük. Dağlara bakıp, onları aşınca minibüsün gittiği dünya önümüzde serilecek sanırdık. Radyodan bildiğimiz şehirler ne yana düşer, denize nerden çıkılır diye oyunlaşırlardık işte. İşimiz neydi. Issızlığı da çok sahiplenmiştik. Köye Hüsrandağ demişti büyüklerimiz. Koca bir yamacı aşınca sanki büyük bir vadi çıkacak sanırsın hani. Böyle yeşil. Sulu. Hah bizimkiler de öyle bir olur sanmışlar uzaktan bakınca. Havasına aldanıp kalmışlar. Ama hüsran işte. Köyden geçip giden yolcular da hüsrana uğradık derlerdi. Hüsrandağ derlerdi adına ama vallahi memleketti. He toprağında bereket kalmadı. Ağacı seyreldi. Yeşili azdı. Ama mis gibi çiçeklerle cennet ettiydik Hüsrandağ'ı. Her evin eşiğinde, penceresinde, bahçesinde türlü çiçek. Bahar geldi mi yedi dağın başındaki kuş gelirdi köye. Cümbüş. Gece gündüz kuş cıvıltısı içinde yüzerdik. Çiçek yetiştirmeyen evi de ayıplardık. Kızlar, çeyizlerinde tohumu, fidesi, kurusu ile kucak dolusu çiçekle gelin olurlardı. ‘Bir tek çiçek ekmeyle karın doyurur mu?’ demeyin. Davarlarımız da vardı. O dağ başında bağ bahçe ne gezsin. Yaptığımız yağı, sütü, peyniri kasaba pazarında satardı babalarımız. Sonra gecelerden bir gece. Uğrusu eksik olmaz ya gecenin. Öyle bir gece. Bir kış gecesi. Arkası kesilmez silah sesleri ile uyandık. Bacadan kapıdan evlere değen mermiler Hüsrandağ'ı delik deşik ediyordu. Eşkıya tüm köyü gece vakti meydana topladı. Sürüsü olanları hayvanlarından vermeye zorladı. Vermeyenleri de gözümüzün önünde kurşuna boyadı. Bizimkiler de yok deyince ortalık karıştı. Babam ile anamı ağabeyimi de vurmuşlar. Ben eteğine saklanmıştım gecenin. Köy bir gecede adıyla müsemma olmuştu. Hüsrandağ, o gecenin yasını tutarken tam on gün sonra köye bir jandarma arabası geldi. Komutan, muhtarla konuştu. ‘Yarın akşama kadar köy boşaltılsın.’ dedi. Alabileceğimiz neyimiz varsa yanımıza katıp toparlandık. Ertesi akşam karşıdaki yamaçta ellerimizde birer ikişer bavul, sandık, çuval. Hüsrandağ'ın turuncu bir alev ağzında yanışını izledik. Sonrasını siz de biliyorsunuz işte. Oradan çıkan herkes kaçtı. Ben de. Şehre, babamın halakızı Raife Teyze'nin yanına getirdiler.”
ÖYKÜNÜN DEVAMI YORUMLARDA ➡➡➡➡➡➡➡
Комментарии