filmov
tv
İlim İrfan Okulu - Varlık Aleminin Evrimle Olması Mümkün Mü?
Показать описание
VARLIK ALEMİNİN EVRİMLE OLMASI MÜMKÜN MÜ ?
Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın varlıkların isimlerini birer birer sayalım. Sözlükteki, bütün isimleri burada sıralayacak değilim. Sadece mevzuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlatacağım:
El, ayak, kanat, göz, ince bağırsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...
Bu kelimelerle evrim safsatasına bir neşter atalım, sonra bunlara yeni yeni kelimeler ekleyerek, bıçağı aşağı doğru çekelim. Bugün dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Her birinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize: Bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..
Yine mâziye dönüyoruz. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî duyguları bir bir hayalimizden geçirelim:
Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkat...
Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle meydana geldiler?
Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün. İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısıyla...
Şu soruların cevabı nasıl verilecek:
Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı?
Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri kim süzdü?
Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bütün bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi? “Görmemek” nasıl evrim geçirdi de “görmek” oldu? İşitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl dönüştü? Can nedir bilmeyen bu kâinat ağacı, hayat sahibi bu meyveleri nereden elde etti?..
Akıllara durgunluk veren bu hâdiseleri cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?
Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim:
Su, taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, arz, sema, samanyolu, çekim kuvveti, radyoaktif dalgalar, elektrik... ve daha niceleri.
Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: ‘Bu köşkü kim yaptırdı?’ diye. Değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; “arsa evrim geçirdi de köşk oldu” diyelim. O halde, yokluk üzerine yaratılıp inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık haline mi geldi ?
Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya... O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneş’in tekâmülüne kim müsaade etmiyor?
Bazıları, Darwin’in “Yaratıcıya inanan bir evrimci” olduğunu iddia ederler. Biz aksini savunacak değiliz. Yalnız, şu var ki, bir evrimci Yaratıcıya inanıyorsa, savunduğu teori ile bu inanç birlikte düşünüldüğünde, ortaya şöyle garip bir tablo çıkar: “Bu kâinat, bir Yaratıcı tarafından güneşi, ayı, yıldızlarıyla; havası, toprağı, yer altı kaynaklarıyla, tam tamına canlıların yaşayabilecekleri şekilde yaratılmış. Sonra, artık o Yaratıcı işe karışmamış... Evrimle, isteyen deve olmuş, isteyen tilki, isteyen maymun olmuş, isteyen insan, isteyen akıl takmış, isteyen boynuz...
Bu ters mantıktan söz ederken, Lâmark hatırıma geldi. Evrimi, Darwin’den de önce savunan bu adam şöyle diyor:
“Zürafanın atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda yeterince ot bulamayınca ağaç yapraklarını yemeye mecbur kaldı. Alt yapraklar bittikçe daha yükseklere erişebilmek için çabaladı. Böylece boynu uzadı, nesilden nesile geçtikçe daha fazla arttı ve bugünkü zürafa ortaya çıktı.”
Biz Lâmark’ın zürafasını bir yana bırakıp, bu iddiayı ciddiye alanlara soralım: Zürafa boynunu uzattı ki, ağacın yukarı kısmındaki yapraklarını yesin, deniliyor. İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim geçirdiler. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa yavruları mı? İnsanın hizmetine verilen at, bu çevikliğini otları yakalamak için mi kazanmış dersiniz? Öküz, yükümüzü taşımak için mi güçlü oldu? Tavuk, elimizden kaçmamak için mi uçamayacak şekilde evrim geçirdi? Bu tür iddiaların bir mizah kitabında yer alması normaldir, ama biyoloji kitabında asla!..
Prof Dr Alaaddin BAŞAR
Hayalen geçmiş zamana doğru uzanalım. Git gide tâ dünyanın lâv hâlinden yeni yeni uzaklaşmaya başladığı, soğumaya yüz tuttuğu devreye varalım. İçi kızgın ateş, dışı ise yavaş yavaş sakinleşmekte olan bu arz küresinin başında durup, bugün şahit olduğumuz eşyanın varlıkların isimlerini birer birer sayalım. Sözlükteki, bütün isimleri burada sıralayacak değilim. Sadece mevzuya ışık tutmaya yetecek birkaç kelimeyi hatırlatacağım:
El, ayak, kanat, göz, ince bağırsak, pankreas, pençe, gaga, tırnak, dal, kök, yaprak, çam, söğüt, elma...
Bu kelimelerle evrim safsatasına bir neşter atalım, sonra bunlara yeni yeni kelimeler ekleyerek, bıçağı aşağı doğru çekelim. Bugün dünyamızda hayat süren bitki ve hayvan türlerini sayalım birer birer. Her birinin organlarını tek tek hatırlayalım. Ve soralım kendimize: Bütün bunlar sonsuz bir ilim ve hikmetten haber vermiyorlar mı? Bunların bir ateşin soğumasıyla kendi kendine, zamanla evrim geçirerek meydana geldiklerine nasıl inanılabilir?..
Yine mâziye dönüyoruz. Dünya dayanmış döşenmiş. Boş bir saray gibi, misâfirlerini bekliyor. O an kâinatta olmayıp, bugün iç âlemlerimizi kuşatmış olan manevî duyguları bir bir hayalimizden geçirelim:
Sevgi, korku, merak, endişe, kin, merhamet, zulüm, kurnazlık, saflık, hırs, umursamazlık, şefkat...
Bütün bunlar, yeryüzündeki canlılara nereden ve nasıl ithal edildiler? Sonsuz denecek kadar çok olan bu farklı karakterler, hangi evrimle meydana geldiler?
Yaratılış ister âni olsun, ister milyarlarca sene sürsün. İnsan, ister doğrudan yaratılsın ister dolayısıyla...
Şu soruların cevabı nasıl verilecek:
Görmeyen kâinattan gören insanları kim çıkarttı?
Bilmeyen şu âlemden, bilen meyveleri kim süzdü?
Hissetmeyen, sevmeyen, korkmayan şu saraya, bütün bu hissiyatla donatılmış misafirleri kim getirdi? “Görmemek” nasıl evrim geçirdi de “görmek” oldu? İşitmemek işitmeye, anlamamak anlamaya nasıl dönüştü? Can nedir bilmeyen bu kâinat ağacı, hayat sahibi bu meyveleri nereden elde etti?..
Akıllara durgunluk veren bu hâdiseleri cahil unsurların uzun süre beklemesiyle izah etmek mümkün mü?
Şimdi bir perde daha gerilere gidelim. Kâinatın şu hazır hâle getirilmek üzere ilk hareket noktasına hayalen uzanalım. O noktadan evvel hiçbir mahlûk mevcut değil. Şu sayacağım kelimeleri hayalimizden sıra sıra geçirelim:
Su, taş, hava, yıldız, ay, gezegen, güneş, demir, azot, krom, nikel, dağ, ova, arz, sema, samanyolu, çekim kuvveti, radyoaktif dalgalar, elektrik... ve daha niceleri.
Bu eşyanın yoktan yaratılışı, sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse nasıl izah edilecektir? Dünkü boş arsada bugün bir köşk görüyorsak hemen soruyoruz: ‘Bu köşkü kim yaptırdı?’ diye. Değil aklımızdan, hayalimizden dahi geçmiyor ki; “arsa evrim geçirdi de köşk oldu” diyelim. O halde, yokluk üzerine yaratılıp inşa edilen bu kâinat için, bu safsata nasıl ileri sürülebiliyor. Yokluk, evrim geçirdi de varlık haline mi geldi ?
Bütün bunlar bir yana, şu sorunun cevabını arayalım: Dünya ile güneş başlangıçta aynı mahiyette iken, dünya okyanuslarla, ormanlarla, hayvanlarla, insanlarla doldu da beriki neyi bekliyor. Niçin evrim geçirmiyor? Çok iyi biliyoruz ki o da tekâmül etse ortada ne güneş kalır, ne dünya... O halde, soruyu şöyle değiştirelim: Güneş’in tekâmülüne kim müsaade etmiyor?
Bazıları, Darwin’in “Yaratıcıya inanan bir evrimci” olduğunu iddia ederler. Biz aksini savunacak değiliz. Yalnız, şu var ki, bir evrimci Yaratıcıya inanıyorsa, savunduğu teori ile bu inanç birlikte düşünüldüğünde, ortaya şöyle garip bir tablo çıkar: “Bu kâinat, bir Yaratıcı tarafından güneşi, ayı, yıldızlarıyla; havası, toprağı, yer altı kaynaklarıyla, tam tamına canlıların yaşayabilecekleri şekilde yaratılmış. Sonra, artık o Yaratıcı işe karışmamış... Evrimle, isteyen deve olmuş, isteyen tilki, isteyen maymun olmuş, isteyen insan, isteyen akıl takmış, isteyen boynuz...
Bu ters mantıktan söz ederken, Lâmark hatırıma geldi. Evrimi, Darwin’den de önce savunan bu adam şöyle diyor:
“Zürafanın atası, geyiğe benzeyen ve boynu uzun olmayan bir tip idi. Ortamda yeterince ot bulamayınca ağaç yapraklarını yemeye mecbur kaldı. Alt yapraklar bittikçe daha yükseklere erişebilmek için çabaladı. Böylece boynu uzadı, nesilden nesile geçtikçe daha fazla arttı ve bugünkü zürafa ortaya çıktı.”
Biz Lâmark’ın zürafasını bir yana bırakıp, bu iddiayı ciddiye alanlara soralım: Zürafa boynunu uzattı ki, ağacın yukarı kısmındaki yapraklarını yesin, deniliyor. İyi ama, meyve ağaçları niye meyve verecek şekilde evrim geçirdiler. Meyveleri kendileri mi yiyeceklerdi, yoksa yavruları mı? İnsanın hizmetine verilen at, bu çevikliğini otları yakalamak için mi kazanmış dersiniz? Öküz, yükümüzü taşımak için mi güçlü oldu? Tavuk, elimizden kaçmamak için mi uçamayacak şekilde evrim geçirdi? Bu tür iddiaların bir mizah kitabında yer alması normaldir, ama biyoloji kitabında asla!..
Prof Dr Alaaddin BAŞAR
Комментарии