filmov
tv
İMANI İSLAM'LA TAÇLANDIRAMADIK / İKİNDİ YAĞMURLARI
Показать описание
Bizim toplumun marazı, iman mevzuundaki problemleridir. “Bizim” derken, topyekün “İslam Dünyası”nı kastediyorum. Biz gerçek imanı, Allah’ın istediği manada imanı yitirdik. İlk mektepte, elif-be cüzlerinde olan آمَنْتُ بِاللهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ telkin edildi, “Çocuklar, böyle söyleyin!” dendi; biz de ona kakıldık kaldık, onda derinleşemedik. İmanı, tabiatımızın bir derinliği haline getiremedik. Bu da hayatın her bir faslında, her yaşta, her başta çok olumsuz şekilde farklı tesirler gösterdi. İmanı, İslam ile esas taçlandıramadık. Kaldı ki mesele o iman-ı billah ile, o İslam ile de bitmiyor. Sonrasında Allah’ı görüyor gibi Allah’a kulluk yapma geliyor. Şayet atılan her adım, atfedilen her nazar, kabartılan her kulak, uzatılan her el, kıpırdayan her dudak, Allah’ın görüyor olduğu mülahazasıyla yapılmıyorsa şayet, o mevzuda nasibimiz işte o kadardır. Evet, bizim problemimiz, iman problemidir. Meseleyi dipten ele alıp yeni yetişen nesillerde bu problemi çözeceğimiz âna kadar, âlem-i İslam, bu “dâu’l-‘udâl”dan (tedavisinden aciz kalınan hastalıktan) kurtulamayacaktır. Kur’an-ı Kerim, kaç yerde “iman”ı zikrettikten sonra “amel”e vurguda bulunmuştur;şeklindeki beyanlarıyla imanı müteakiben amele dikkatleri çekmiştir. Necip Fazıl, “iman” ve Fransızca’dan aldığı “aksiyon” sözüyle meseleyi özetlerdi: “İman ve aksiyon.” O aksiyonda da derinleşme, alabildiğine derinleşme. Bir yönüyle, küfürde derinleşen insanlara karşı sarsılmamak için, pes etmemek için, satılmamak için, peylenmemek için o “iman” mevzuunda, “İslam” mevzuunda, “ihsan” ufkunu yakalama.
İkinci ufuk, biraz uzak ve biraz zor; keyfiyeti bizim için biraz meçhul; enbiyâya açık. Bununla beraber, bazı Hak dostları, kendilerine öyle bir menfezin açıldığından da bahsediyorlar; o da “Allah’ı görüyor gibi kulluk yapma” şahikası. “Allah (celle celâluhu) tarafından görülüyor olma”, bir kademedir, (“basamak” demeyeyim) bir “zirve”dir. Fakat zirveler üstü bir zirve vardır: “O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi olma.” Bu, şahsın “iman”ı içtenleştirmesi, “İslamiyet”i içtenleştirmesi ve “ihsan”da adım adım ileriye gitmesi sayesinde kendisine açılan bir menfezden, “kalb” menfezinden, “latife-i Rabbaniye” menfezinde, “sır” menfezinden veya “hafâ” ya da “ahfâ” menfezinden meseleyi temâşa etmesi demektir. Rasathanesi odur onun; ancak oradan baktığın zaman O’nu görebilirsin, duyabilirsin. Bu da çok aza mukadder olmuştur.
İnsan, bir kere “iman”da kemâle ermeyince, “İslam”ı hayatının en büyük meselesi haline getirmeyince, ibadet u tâati kusursuz yerine getirme mevzuunda ölesiye bir ciddiyet göstermeyince “ihsan” kapıları açılmaz ona. “İhsan” kapısı açılınca da o birinci mertebenin hakkı verilmeyince, ikinci mertebenin kapısı açılmaz. Ve işte öyle bir “îmân-ı billah” ve öyle bir “marifetullah”, insanın içinde bir “muhabbetullah”a vesile olur. İnsan, Allah’ı dünyada sevdiği her şeyden daha fazla sever. Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sevdiği her şeyden fazla sever.
Hazreti Ömer (radıyallahu anh), bir gün coşup O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sevgisini ifade ettiğinde, “Yâ Rasûlallah, Sen’i, kendimden başka her şeyden fazla seviyorum!” demişti. Gerçekten öyledir. Fakat meseleyi o andaki ufka bağlı, o andaki kalbin tarassuduna bağlı olarak anlamak lazımdır ki bunun manası şudur: “Çok rahatlıkla ben eşimi, çoluk-çocuğumu, evlatlarımı Sana kurban edebilirim!” Hazreti Ömer, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı dile getirdiği böyle bir ifadeye, böyle bir itirafa mukabil beklediği cevabı almıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i ciddiyetle meselenin hakikatini vurguluyor; “Yâ Ömer! Beni kendinden de artık sevmedikçe hakiki imanı elde etmiş olamazsın!..” diyor.
Var mı bu mevzuda “ben!” diyen?!. “Ben, Seni aile efradımdan, dünyamdan, mal u menâlimden çok daha fazla seviyorum! Öyle ki ölümü, bir şeb-i arûs gibi bekliyorum. Ama izin henüz Sen’in tarafından çıkmadığından dolayı, ‘emre itaatteki incelik’e bağlılık içinde Sen’den ferman geleceği âna kadar bu zehir-zemberek firkate, bu dâüssılaya katlanmaya çalışıyorum. Yoksa, derdim Sen’sin. Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Kaç insan gösterebilirsiniz böyle söyleyebilecek olan?!. Kendi dünyanızda.. serkârlarınızda.. zâviyeleri tutanlarınızda…Hazreti Ömer, o zaman kükrüyor; “Yâ Rasûlallah! Şu andan itibaren, içimin sesi, Sen’i nefsimden de artık seviyorum!..” diyor. O nasıl bir tabiat ve nasıl bir fıtrat ise, hemen, birden bire bir amudî yükseliş ortaya koyuyor. Dikey yükseliş demek; kavsî değil, ufkî değil, amudî yükseliş; birden bire. Bu, Hazreti Ebu Bekir gibi kimselerde, Hazreti Ömer gibi kimselerde, Hazreti Ali gibi kimselerde, Hazreti Osman gibi kimselerde, Hazreti Hâlid gibi kimselerde (radıyallahu anhüm ecmaîn) görülüyor.
30/10/2016 tarihli Bamteli sohbetinden derlemiştir.
İkinci ufuk, biraz uzak ve biraz zor; keyfiyeti bizim için biraz meçhul; enbiyâya açık. Bununla beraber, bazı Hak dostları, kendilerine öyle bir menfezin açıldığından da bahsediyorlar; o da “Allah’ı görüyor gibi kulluk yapma” şahikası. “Allah (celle celâluhu) tarafından görülüyor olma”, bir kademedir, (“basamak” demeyeyim) bir “zirve”dir. Fakat zirveler üstü bir zirve vardır: “O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi olma.” Bu, şahsın “iman”ı içtenleştirmesi, “İslamiyet”i içtenleştirmesi ve “ihsan”da adım adım ileriye gitmesi sayesinde kendisine açılan bir menfezden, “kalb” menfezinden, “latife-i Rabbaniye” menfezinde, “sır” menfezinden veya “hafâ” ya da “ahfâ” menfezinden meseleyi temâşa etmesi demektir. Rasathanesi odur onun; ancak oradan baktığın zaman O’nu görebilirsin, duyabilirsin. Bu da çok aza mukadder olmuştur.
İnsan, bir kere “iman”da kemâle ermeyince, “İslam”ı hayatının en büyük meselesi haline getirmeyince, ibadet u tâati kusursuz yerine getirme mevzuunda ölesiye bir ciddiyet göstermeyince “ihsan” kapıları açılmaz ona. “İhsan” kapısı açılınca da o birinci mertebenin hakkı verilmeyince, ikinci mertebenin kapısı açılmaz. Ve işte öyle bir “îmân-ı billah” ve öyle bir “marifetullah”, insanın içinde bir “muhabbetullah”a vesile olur. İnsan, Allah’ı dünyada sevdiği her şeyden daha fazla sever. Peygamberimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sevdiği her şeyden fazla sever.
Hazreti Ömer (radıyallahu anh), bir gün coşup O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı sevgisini ifade ettiğinde, “Yâ Rasûlallah, Sen’i, kendimden başka her şeyden fazla seviyorum!” demişti. Gerçekten öyledir. Fakat meseleyi o andaki ufka bağlı, o andaki kalbin tarassuduna bağlı olarak anlamak lazımdır ki bunun manası şudur: “Çok rahatlıkla ben eşimi, çoluk-çocuğumu, evlatlarımı Sana kurban edebilirim!” Hazreti Ömer, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı dile getirdiği böyle bir ifadeye, böyle bir itirafa mukabil beklediği cevabı almıyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kemâl-i ciddiyetle meselenin hakikatini vurguluyor; “Yâ Ömer! Beni kendinden de artık sevmedikçe hakiki imanı elde etmiş olamazsın!..” diyor.
Var mı bu mevzuda “ben!” diyen?!. “Ben, Seni aile efradımdan, dünyamdan, mal u menâlimden çok daha fazla seviyorum! Öyle ki ölümü, bir şeb-i arûs gibi bekliyorum. Ama izin henüz Sen’in tarafından çıkmadığından dolayı, ‘emre itaatteki incelik’e bağlılık içinde Sen’den ferman geleceği âna kadar bu zehir-zemberek firkate, bu dâüssılaya katlanmaya çalışıyorum. Yoksa, derdim Sen’sin. Benim bayramım Sana kavuştuğum gündür!..” Kaç insan gösterebilirsiniz böyle söyleyebilecek olan?!. Kendi dünyanızda.. serkârlarınızda.. zâviyeleri tutanlarınızda…Hazreti Ömer, o zaman kükrüyor; “Yâ Rasûlallah! Şu andan itibaren, içimin sesi, Sen’i nefsimden de artık seviyorum!..” diyor. O nasıl bir tabiat ve nasıl bir fıtrat ise, hemen, birden bire bir amudî yükseliş ortaya koyuyor. Dikey yükseliş demek; kavsî değil, ufkî değil, amudî yükseliş; birden bire. Bu, Hazreti Ebu Bekir gibi kimselerde, Hazreti Ömer gibi kimselerde, Hazreti Ali gibi kimselerde, Hazreti Osman gibi kimselerde, Hazreti Hâlid gibi kimselerde (radıyallahu anhüm ecmaîn) görülüyor.
30/10/2016 tarihli Bamteli sohbetinden derlemiştir.
Комментарии