filmov
tv
(100) 22.Lem'a/2, Sh 180 | 3.İşaret | Kanunu tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik etmeli
Показать описание
Üçüncü İşaret: Mağlatalı dîvânece bir suâl: Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: “Madem sen bu memlekette duruyorsun; şu memleketin cumhûrî kanunlarına inkıyâd etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle; şimdiki hükûmetin kanununda, vazîfe hâricinde bir meziyeti, bir fazîleti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfûzunu icrâ ediyorsun. Senin bu hâlin müsâvât esasına istinâd eden cumhuriyetin bir düstûruna münâfîdir. Sen neden vazîfesiz olduğun halde elini öptürüyorsun. ‘Halk beni dinlesin’ diye hodfurûşâne bir vaz‘iyet takınıyorsun?”
Elcevab: Kanunu tatbîk edenler, evvelâ kendilerine tatbîk etmeli, sonra başkalarına tatbîk edebilirler. Siz kendinize tatbîk etmediğiniz bir düstûru başkasına tatbîk etmekle, herkesten evvel siz düstûrunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve onlara karşı geliyorsunuz. Çünkü, şu müsâvât-ı mutlaka kanununun bana tatbîkini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı ictimâîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirâk ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olsa veyahud o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaz‘iyetini alırsa ve o müşîrin vazîfe hâricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en abdâl bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabbette müsâvâta girse; o vakit siz bu müsâvât kanununuz hükmünce, bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme! Hürmeti kabûl etme! Fazîletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!”
Sayfa 181
Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazîfe başında bulunduğu vakte mahsûstur ve vazîfedârlara hâstır. Sen vazîfesiz bir adamsın; vazîfedârlar gibi milletin hürmetini kabûl edemezsin?”
Elcevab: Eğer insan, yalnız bir cesedden ibâret olsa ve insan, dünyada lâyemûtâne dâimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazîfe; yalnız askerlik ve idare me’murlarına mahsûs kalırdı, sözünüzde de bir ma‘nâ olurdu. Fakat madem insan; yalnız cesedden ibâret değildir. Ve o cesedi beslemek için de; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez ve onlar imhâ edilmez. Onlar da idare isterler. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endîşe-i istikbâl, her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itâat ve hürmetine istinâd eden vazîfeler; yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine âit ictimâî ve siyâsî ve askerî vazîfelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesîka vermek bir vazîfe olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesîka, hem o zulümâtlı yolda nûr vermek öyle bir vazîfedir ki, hiçbir vazîfe o vazîfe kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazîfenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ da‘vâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdîk eden otuz bin şâhidin şehâdetini tekzîb ve inkâr etmekle olur. Madem ma‘nevî hâcât-ı zarûriyeye istinâd eden ma‘nevî vazîfeler var. Ve o vazîfelerin de en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümâtında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmândır ve îmânın ders ve takviyesidir. Elbette o vazîfeyi gören ehl-i ma‘rifet, herhalde küfrân-ı ni‘met sûretinde kendine olan ni‘met-i İlâhiyeyi ve fazîlet-i îmâniyeyi hiçe sayıp, sefîhlerin ve fâsıkların makamına sukūt etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid‘alarıyla, sefâhetleriyle bulaştırmayacaktır.
İşte beğenmediğiniz ve müsâvatsızlık zannettiğiniz inzivâ bunun içindir. İşte bu hakîkatle beraber, beni işkence ile ta‘cîz eden sizin gibi enâniyette ve bu kānûn-u müsâvâtı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere karşı tevâzu‘, tezellül zannedildiğinden, tevâzu‘ etmemek gerektir. Belki sizden ehl-i insâf ve mütevâzi‘ ve âdil kısmına derim ki: “Ben felillâhilhamd kendi kusurumu ve aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne bir makam-ı ihtirâm istemek, belki nihâyetsiz kusurlarımı ve hiçliğimi görüp,
Sayfa 182
....
Elcevab: Kanunu tatbîk edenler, evvelâ kendilerine tatbîk etmeli, sonra başkalarına tatbîk edebilirler. Siz kendinize tatbîk etmediğiniz bir düstûru başkasına tatbîk etmekle, herkesten evvel siz düstûrunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve onlara karşı geliyorsunuz. Çünkü, şu müsâvât-ı mutlaka kanununun bana tatbîkini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı ictimâîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirâk ederse ve onun gibi o teveccüh ve hürmete mazhar olsa veyahud o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaz‘iyetini alırsa ve o müşîrin vazîfe hâricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en abdâl bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabbette müsâvâta girse; o vakit siz bu müsâvât kanununuz hükmünce, bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme! Hürmeti kabûl etme! Fazîletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!”
Sayfa 181
Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazîfe başında bulunduğu vakte mahsûstur ve vazîfedârlara hâstır. Sen vazîfesiz bir adamsın; vazîfedârlar gibi milletin hürmetini kabûl edemezsin?”
Elcevab: Eğer insan, yalnız bir cesedden ibâret olsa ve insan, dünyada lâyemûtâne dâimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazîfe; yalnız askerlik ve idare me’murlarına mahsûs kalırdı, sözünüzde de bir ma‘nâ olurdu. Fakat madem insan; yalnız cesedden ibâret değildir. Ve o cesedi beslemek için de; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez ve onlar imhâ edilmez. Onlar da idare isterler. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endîşe-i istikbâl, her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itâat ve hürmetine istinâd eden vazîfeler; yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine âit ictimâî ve siyâsî ve askerî vazîfelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesîka vermek bir vazîfe olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesîka, hem o zulümâtlı yolda nûr vermek öyle bir vazîfedir ki, hiçbir vazîfe o vazîfe kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazîfenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ da‘vâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdîk eden otuz bin şâhidin şehâdetini tekzîb ve inkâr etmekle olur. Madem ma‘nevî hâcât-ı zarûriyeye istinâd eden ma‘nevî vazîfeler var. Ve o vazîfelerin de en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümâtında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmândır ve îmânın ders ve takviyesidir. Elbette o vazîfeyi gören ehl-i ma‘rifet, herhalde küfrân-ı ni‘met sûretinde kendine olan ni‘met-i İlâhiyeyi ve fazîlet-i îmâniyeyi hiçe sayıp, sefîhlerin ve fâsıkların makamına sukūt etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid‘alarıyla, sefâhetleriyle bulaştırmayacaktır.
İşte beğenmediğiniz ve müsâvatsızlık zannettiğiniz inzivâ bunun içindir. İşte bu hakîkatle beraber, beni işkence ile ta‘cîz eden sizin gibi enâniyette ve bu kānûn-u müsâvâtı kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere karşı tevâzu‘, tezellül zannedildiğinden, tevâzu‘ etmemek gerektir. Belki sizden ehl-i insâf ve mütevâzi‘ ve âdil kısmına derim ki: “Ben felillâhilhamd kendi kusurumu ve aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne bir makam-ı ihtirâm istemek, belki nihâyetsiz kusurlarımı ve hiçliğimi görüp,
Sayfa 182
....
Комментарии